Skip to content

İLETİŞİM HAKKI VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ BAĞLAMINDA MEDYA

 

*Abdurrahim Durmuş

 İnsan haklarının günümüz dünyasında evrensel bir ideolojiye dönüştüğü gerçeği, kendini her geçen gün daha keskin bir şekilde hissettirmektedir. Bilgi çağında olmamızın bunda etkisi oldukça fazladır. İnsanın bilgi edinme hakkı olarak kendini dayatan bu durum, modern toplumu, özgürlük kavramını yeniden yorumlamaya itmektedir. İletişim ve iletişim hakkı gibi kavramlar da bu noktada ele alınmayı zorunlu kılmaktadır.

İletişim, insan hayatının en önemli ve gerekli ihtiyacı olmasının yanında en temel insan haklarından biridir. İletişim hakkı ise insan topluluklarının iletişim kurma biçimlerini korumaya yönelik ifade özgürlüğü ve çoğulcu demokrasiye bir göndermedir. İnsan hakları standartlarının iyileştirilmesi için iletişim hakkının tanınması zorunluluk arz eder. İletişim hakkı, farklı görüş ve mesajların herhangi bir mecrada paylaşılması ve açıklanmasının önünü açmaktadır. Bu nedenledir ki iletişim alanında ifade özgürlüğü hakkı önemli bir yere sahiptir. Çünkü ifade özgürlüğü hakkı, yer ve zamana göre birçok engel ile karşılaşabilmektedir. İfade özgürlüğü hakkının engellendiği durumlar genellikle politik bağlamda olmaktadır. Bireylerin fikirlerini beyan etmesi, bulunduğu yerin politik-iktidar odakları tarafından rahatsız edici bulunduğunda müdahaleye maruz kalabilmektedir. Bu müdahale direkt olabildiği gibi meşru (yasal) bir zemin yaratılarak, dolaylı olarak da yapılabilmektedir. Kişilerin görüş ve fikirlerini ifade etmesinin zora girdiği noktalarda ise medya önemli bir rol üstleniyor.

Medyanın Toplumsal İşlevi 

Basın veya daha genel anlamda kullanılabilecek medya alanına bakıldığında ise varlığını toplumsal ve bireysel gelişmelerle birlikte toplumdaki işlevini sürekli olarak ve zamana uyarlayarak sürdürdüğü görülmektedir. Geçmişten bugüne insanları yönlendirme aracı olarak kullanılan medya, kapsamını genişleterek etkinliğini arttırmıştır. Medyanın toplumsal veya bireysel gelişmelerdeki etkisine bakıldığında olumlu veya olumsuz bir etkisinin olduğunu direkt söylemek zordur. Ancak tarihsel gelişime bakıldığında bireylerde toplumsal bağlılık veya bazı noktalarda birlik ve beraberliğin sağlanması için yapılan çağrılarda yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Aynı zamanda egemen güçler tarafından bireylerin veya toplumun dizginlenmesi ve yönlendirilmesine yönelik kullanıldığı da sıkça görülmektedir. Bunun yanı sıra medyanın tehlikeli olabilecek yanlarından biri de günümüzde sosyal medyanın kullanılma biçimlerinde kendini gösterir. Sosyal medyada doğrulanmamış veya kasıtlı bir biçimde yayılmak istenen yanlış enformasyonun hızlı bir şekilde yayılması toplumsal kaygı ve endişelere de yol açabilmektedir.

Medya’da Kuramsal Yaklaşımlar 

Basın, tarihsel olarak birçok ideolojik ve hegemonik yaklaşıma dayanarak işlevsel kılınmıştır. Bunlar temelde liberal-çoğulcu ve eleştirel yaklaşımlar olarak kategorize edilebilir. Liberal-çoğulcu yaklaşımda medya, demokrasinin Yasama, Yürütme ve Yargı’dan sonraki 4. gücüdür. Medya, bu işlevini kamuoyunun sesini gündemleştirerek ve siyasal iktidarı denetleme işleviyle yerine getirmektedir. Yani bir diğer deyişle medya liberal demokrasilerde “gözetim rolü” üstlenmektedir. Böylece halkın siyasal süreçlere katılımının garantörü olmaktadır. Bu yaklaşıma göre, medya haberin oluşturduğu enformasyonu nesnel bir şekilde sunmalıdır. Bu süreç içerisinde kamuoyu ve bireylerin gerçeğe ulaşmasında ayna rolünde olmalıdır. Eleştirel yaklaşım ise, haberin toplumsal gerçekliği inşa etmesi gerektiğine yöneliktir. Bu yaklaşımın temelinde ‘nesnel haberciliğin’ olamayacağı vurgusu yatar. Bu yaklaşıma göre, haberin toplumsal, ekonomik ve siyasal bağlamlarından soyutlanarak oluşturulması, haberi ideolojik tercihler bağlamında yeniden anlamlandırmaya zorlamaktadır. Buna karşın haberin nesnel bir biçimde oluşturulması egemen ideolojiyi yeniden üreterek zaten nesnellikten uzaklaştırılmasına yol açmaktadır. Kısaca; eleştirel yaklaşım, haberin belli görüş ve düşüncelerden oluştuğunu ve ideolojik eylemlerin yer aldığı bir söyleme kavuştuğunu ve bu söylemin bu şekilde okuyucuya ulaşması gerektiğini savunmaktadır.

Basın farklı ideolojiler temelinde varlığını sürdürse de demokratik süreçlerin en belirleyici unsurlarından biri olmayı hak etmiştir. Dolayısıyla toplumu ve bireyi bilgilendirme görevi edinen basın, özgürlüğe en çok ihtiyaç duyan kesim ve meslek gruplarının başında gelmektedir. Bu durum, basın özgürlüğünü en esaslı özgürlüklerin başına koymak için yeterli olacaktır. Bu özgürlüğü korumak ise modern demokratik hukuk devletlerinin temel görevidir.

Medya ve Kültürel Hegemonya

Medya, modern demokratik rejimlerde, yasama, yürütme ve yargıdan sonra 4. güç olarak kabul görmeye başladığından beri farklı bir öneme sahip olmuştur. Bunda özellikle siyasal iktidarın medyanın etki gücünün farkına varması yatmaktadır. Louis Althusser bu durumu “üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesi, devletin ideolojik aygıtları olan kitle iletişim araçları ile olmaktadır” diyerek medya araçlarının siyasal konumunu tayin etmiştir diyebiliriz.

İletişim çalışmalarının merkezinde yer alan medya, toplumsal ve siyasal etki noktasındaki rolüyle sosyal bilimlerde de en önemli konuların başında gelmektedir. İletişim ve kültür alanıyla ilgili çalışan birçok teorisyenin çoğunlukla bireyin izleyici konumu üzerine yoğunlaştığı görülmektedir. Bu konuda önemli referanslar olan Frankfurt Okulu ve teorisyenleri, kültür ve ideoloji arasındaki, maddi, toplumsal ve tarihsel ilişkileri inceleyen geleneğin ardılını oluşturur. Bu çalışmaları yaparken Louis Althusser’in ‘devletin ideolojik aygıtları’ ve Antonio Gramsci’nin ‘hegemonya’ kavramından faydalanırlar. Althusser’e göre, bu kurumlar pratikleriyle toplumsal değer ve normları idealize ederek, toplumdaki eşitsizlik, ekonomik sömürü, ırk ve cinsiyet ayrımcılığı gibi sorunları gizler. Egemenlerin bu kurumlar üzerinde tam bir denetimi olmasa da, belirleyici oldukları açıktır. 

Gramsci’ye göre ise, egemenlerin söyleminin başatlığı, mücadele içinde söylem gücünü oluştururken, ‘rıza’, ‘sağduyu’, ‘oydaşma’ ve ‘kamuoyu’ gibi şiddet içermeyen baskı biçimlerinden yararlanmasından gelir. Böylece hegemonya, tek bir yönetici sınıfın iktidar kurma süreci olmaktan ziyade, sürekli kazanılması gereken, alternatif radikal söylemler üreterek mücadeleyi kendi başat çizgilerinde kalıcılaşır. Bu mücadele eşitler arasında bir mücadele olmadığı için hegemonyanın maddi kaynaklara sahip sınıfın eline geçmesi nerdeyse tartışmasızdır. Alternatif söylem ve idelojiler ise kendilerini başat söyleme eklemledikleri ölçüde varsıllaşır. Bu yüzden medya, bu söylem üretilirken en önemli ideolojik aygıttır. Genel adıyla kitle iletişim araçları hegemonya oluştururken ön mevzide çarpışan ordu güçlerinden daha etkilidir diyebiliriz. 

Kamuoyu’nun Eşik Bekçisi: Basın

Basın, devlet ve yurttaşlar arasındaki ilişkileri düzenleyen, devletin pratikleri hakkında yurttaşı ve toplumu bilgilendirerek bir kamu görevi üstlenmektedir. Öte yandan demokrasi ve özgürlüklerin korunmasında önemli roller de üstlenebilen basın ve basın çalışanı, bir nevi eşik bekçisidir. Bu kadar önem arz eden bir kurumun görevini düzgün bir şekilde yerine getirebilmesi ise düşünce ve vicdan hürriyeti, düşünce ve kanaatlerin hiçbir engelle karşılaşmadığı, her tür fikrin kaygı ve tereddüde kapılmadan yayınlanabildiği demokratik bir ortam ile mümkündür. Bu nedenle iktidar ve basın arasındaki ilişkilerin düzeyi aslında o ülkedeki demokrasi ve özgürlüklerin sınırlarının da ne ölçüde olduğunu göstermektedir diyebiliriz. Tam da bu noktada basın özgürlüğünün önemli bir yansıması olan ifade özgürlüğüne yönelik tarihsel ve evrensel olarak alan açan yasal düzenlemelerin neler olduğuna bakmak yararlı olacaktır. Elbette ki basın kurumları veya bireylerin kendini ifade etmesi için özgürlük alanı açan yasal düzenlemelerin yanında istibdata maruz kaldığı dönemler ve o dönemlerin ürünü olan bir sürü özgürlüğü kısıtlayan yasa da vardır. Ancak karmaşaya mahal vermemek adına onları konumuza dahil etmeyeceğiz.

İfade Özgürlüğü’nün Kavramsal ve Tarihsel Gelişimi

İfade özgürlüğü tanım olarak, “soyut, kişinin kendi zihninde olan ve o istemedikçe kimse tarafından bilinemeyecek olan düşüncesinin, başkaları tarafından bilinir hale gelmesini sağlayan düşünceyi kelimelere dökebilme serbestîsidir.” diye karşılık bulmaktadır. Bu tanımdan yola çıkarak, insanın insan olabilme yetisini, düşündüğü şeyleri hiçbir baskı altında kalmadan söze dökebildiği ve bu özgürlüğün korunabildiği bir siyasal ortamın inşasıyla mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan ifade özgürlüğünün gelişim sürecini tarihsel olarak ele almak doğru bir analiz için gerekli olmaktadır.

İfade özgürlüğü kavramı, 16. yy gelişmelerinin bir ürünüdür denilebilir. İfade özgürlüğü denilebilecek ilk pratiği Protestan hareketin mensupları gerçekleştirir. Bu bağlamda ifade özgürlüğü ile inanç özgürlüğünün tarihsel gelişimi birlikte ele alınabilir. Bunun yanı sıra kavramsal olarak ortaya çıkışı İngiltere’de 1689 Haklar Bildirisi (Bill of Rights) ile olmuştur. İfade özgürlüğü kavramı, ilk olarak, İngiliz siyasal sisteminde parlamenterlerin sarf ettikleri sözlerden dolayı yargılanmalarının önüne geçmek olarak algılanmıştır. Bu nedenle ilk ele alış biçimi bireysel bir hak olmaktan öte parlamenterleri korumaya yönelik bir eğilim olarak ortaya çıkmıştır. Ancak temelde liberal sistemin de zeminini oluşturan en önemli anlaşma 1215’te İngiltere’de imzalanan Magna Carta Libertatum’dur. Büyük Özgürlükler Sözleşmesi ile ilk defa birey, devlet karşısında güçlü bir konumda yer almıştır. Monarşinin temellerini zayıflatacak olan bu adım aynı zamanda liberal sistemin oluşmasına da zemin hazırlamıştır. Monarşinin güç kaybı ile birlikte vicdan özgürlüğünün kabulü ve ardından ifade özgürlüğüne yönelik gelişmeler ortaya çıkmaya başlamıştır.

John Milton ve Spinoza’da İfade Özgürlüğü

 İfade özgürlüğünü’nün gelişiminde felsefik yaklaşımların da önemli katkısı olmuştur.  Bunların ilki ve en çok bilinen isimlerinden birisi de John Milton’dur. Milton’un 1644 yılında basılan “Areopagitica” adlı eseri ifade özgürlüğüne yönelik devlet baskılarına yer veren en ünlü ve ilk eserlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Milton bu eserinde, kitap basmak için hükümetten izin alınması mecburiyetini düşünce hürriyetini kısıtladığı için eleştirmiştir. Milton aynı eserinde “Bana tüm özgürlüklerin üstünde vicdanıma uygun şekilde tartışma, bunu ifade etmek ve bilmek özgürlüğünü verin” ifadesini kullanarak ifade hürriyetini onurlu insan olmanın bir gereği olarak değerlendirmiştir.

John Milton’dan hemen sonra düşünce ve ifade özgürlüğünü ele alan önemli bir düşünür olan Bruch Spinoza da Tractatus Theologica-Politicus adlı eserinde bu konuya dair ön açıcı değerlendirmelerde bulunmuştur. Spinoza bu eserinde devletin varlık sebebinin insanların güvenli bir şekilde yaşamalarını sağlamak olduğunu belirtir. Bunu yaparken baskı mekanizmalarına başvurmadan, insanların düşünce ve ifade hürriyetine müdahale etmeden yapmalıdır der. Ancak ifade özgürlüğü hakkının toplumsal barışa ve devletin otoritesini zedeleyecek biçimde kullanılmasını engellemelidir diyerek devletin sadece yanlış varsa müdahale hakkının olduğunu belirtir. Spinoza’ya göre, halkın varlığını sürdürebilmesi için ifade özgürlüğü, zorunlu bir gerekliliktir. Tractatus Theologica-Politicus adlı eserinde yoğun bir biçimde üzerinde durduğu konu halkın toplumun güvenliği ve barışının tehdit altına alınma durumu dışında engellenmemesi gerektiğidir.

İfade Özgürlüğü ve Liberalizm

Bu konuda önemli çalışmaları olan bir diğer bilim insanı da John Locke’dur. Yine aynı dönemlere denk gelen bir çalışmasında, “mülkiyet ve ifade özgürlüğünün olması, liberal bir ortamı tesis etmek için en önemli etkenlerdir” diyerek liberal düşünce sisteminin öncülüğüne katkıda bulunmuştur. Locke, ifade özgürlüğüne karşı hoşgörülü olunması gerektiğini belirtirken Katolikler, ateistler ve huzursuzluk çıkaranları kapsam dışında bırakır.

İfade özgürlüğü kavramı, felsefe, hukuk ve siyaset alanı başta olmak üzere birçok alanda araştırma konusu olmuştur. İfade özgürlüğü, özellikle Aydınlanma Çağı’nda etkili bir felsefi düşünce olarak şekillenen Liberalizm’in özgürlük anlayışında önemli bir yere sahip olmuştur. Ancak kavram, tarihsel ilerleyişi boyunca sıkça evrim geçirerek değişik anlam boyutlarında ele alınmıştır. Biz çalışmamızın kapsamı dolayısıyla kavramı disiplinlerarası bir mukayeseye tabi tutmayacağız. Liberalizm’in ifade özgürlüğü kavramına bu kadar önem vermesinin temel nedeni, öncüsü olduğu yararcılık teorisiyle birey için maksimum bir özgürlük alanı yaratma arzusudur. Bunu yaparken egemenlik kavramına bulaşmadan demokrasi olgusunu geliştirmeye çalışarak elitist bir yaklaşım sergilemektedir.

Liberal yaklaşımda birey ve devlet arasında denge gözetilmeye çalışılırken toplum adeta önemsiz bir olgu haline gelmiştir. Bireylerin özgürlüğü de devletin temelini sarsmadığı müddetçe devam edebilir. Devletin çizdiği sınırlar dışına çıkanlar ise ‘öteki’dir. Öteki kavramı da özgürlük ile doğrudan ilintilidir. Devletin çizdiği sınırların dışına çıkan öteki’ler özgürlük hakkından feragat etmişlerdir. İfade özgürlüğü hakları ellerinden alınmış, adeta sistemin dışına itilmiş, deklase edilmişlerdir. Oysa öteki olmadan birey var olamaz. Her birey içinde taşıdığı öteki ile varlığını sürdürebilir. Bireyin kendini tanımasını kolaylaştıran bir pozisyondur. Sistem içerisinde öteki ayrı bir varlık olarak öne sürüldüğü için birey ile öteki arasında bir çatışma yaratılmak istenir. Oysa bu durum bireyin kendisi ile çatıştırılması anlamına gelir. Bu yaklaşım bireyleri şiddet eğilimine itmektedir. Bir ifade biçimi olarak şiddet, ifade özgürlüğü kapsamına girmediği için sistem, topuğuna kurşun sıkar gibidir. Ancak sistem tarafından çizilen doğrunun tanımı göreceli olduğu için zihinsel bir karmaşayla çözümsüz bırakılmış bir sorun olarak varlığını sürdürmesi istenmektedir. Felsefik açıdan ifade özgürlüğünün kısa bir tanımını yapmaya çalıştığımız bu paragrafı sonlandırarak kavramın tarihsel gelişimini birkaç hukuki  örnekle daha irdelemeye devam edeceğiz. Bu örnekler kavramın, daha çok hukuki ve siyasal yönüyle ilintili olacaktır. 

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi

İfade özgürlüğü, Birleşmiş Milletler tarafından 1948’de ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde de önemli bir yere sahiptir. Beyanname ilan edildikten sonra birçok ülke tarafından kabul edilmiştir. Beyanname’nin kitle iletişim hukuku bağlamında öne çıkan düzenlemesi ifade özgürlüğü ile ilgili olan 19. maddesidir. 19. Madde de ifade özgürlüğüne yönelik şöyle bir tanım yapılmıştır: Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır; bu özgürlük hakkı düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın bilgi ve düşünceleri her yoldan / araçla araştırmak, elde etme ve yayma hakkını gerekli kılar.

Beyanname’nin sadece bu kısmıyla yetinerek herhangi bir kısıtlama olmadığını belirtmek uluslararası hukuk açısından sakıncalıdır. Bu noktada Beyanname’nin 29. Maddesinin 2. fıkrasına bakmak bu yanlış kanıyı düzeltecektir. 29. Maddenin 2. fıkrası tam olarak şöyledir: “Herkes, haklarını kullanmak ya da özgürlüklerinden yararlanmak konusunda, salt başkalarının hak ve özgürlüklerinin tanınmasının ve bunlara saygı gösterilmesinin sağlanması amacıyla ve demokratik bir toplumda genel ahlak ve kamu düzeniyle genel refahın gereklerinin karşılanması için yasa ile saptanmış olan sınırlamalara bağlıdır.”

Görüldüğü üzere, bu maddede ifade özgürlüğü hakkının kullanılmasında bazı sınırlamalar mevcut. Başkalarının hak ve özgürlükleri, toplumsal ahlaki yapının ve toplum düzeninin korunmasında belirleyici olan yasal düzenlemelerdir. Bunun yanında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin Türkiye’de 1961 ve 1982 Anayasaları düzenlenirken kaynak olarak kullanıldığı bilinmektedir. Fakat birçok hukukçunun hemfikir olduğu konu 1961 Anayasası’nın Beyanname’de yer alan klasik haklar açısından 1982 Anayasası’na göre daha kapsamlı olduğudur.

Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi

İfade özgürlüğü bağlamında önemli olan bir diğer sözleşme de birçok kaynakta Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar adıyla geçse de resmi arşivlerde Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi olarak geçen sözleşmedir. Her ne kadar 10 yıl öncesinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul görmüşse de ancak 1976 yılında yürürlüğe girebilmiştir. Türkiye ise, sözleşmeye 2000 yılında imza atarak dahil olmuştur.

Bu sözleşmenin ifade özgürlüğü bağlamındaki en önemli maddesi 19. maddesidir. Madde genel hatlarıyla şöyle açıklanmıştır:

Madde 19 İfade özgürlüğü:

  1. Herkesin, bir müdahale ile karşılaşmaksızın fikirlere sahip olma hakkı vardır.
  2. Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir; bu hak bir kimsenin ülke hudutlarıyla sınırlanmaksızın sözlü, yazılı veya basılı veya sanatsal ürün şeklinde veya kendi tercih ettiği başka bir iletişim vasıtasıyla her türlü bilgi ve düşünceyi arama, edinme ve ulaştırma özgürlüğünü de içerir.
  3. Bu maddenin ikinci fıkrasındaki haklar özel bir ödev ve sorumlulukla kullanılır. Bu nedenle bu hak, sadece hukuken öngörülen ve aşağıdaki sebeplerle gerekli olan sınırlamalara tabi tutulabilir:
  4. Başkalarının haklarına ve itibarına saygı;
  5. Ulusal güvenliği veya kamu düzenini (ordre public) veya sağlık ve ahlakı koruma.

Ayrıca sözleşmedeki bu maddeyi kısıtlayan bir de 20. maddesi vardır.

Madde 20 Savaş propagandası ve düşmanlığı savunma yasağı:

  1. Her türlü savaş propagandası hukuk tarafından yasaklanır.
  2. Ayrımcılığa, kin ve nefrete veya şiddete tahrik eden herhangi bir ulusal, ırksal veya dinsel düşmanlığın savunulması hukuk tarafından yasaklanır.

Sözleşme her iki maddesiyle ifade özgürlüğü bağlamında hukuki açıdan ne anlatmak istediğini açık bir şekilde aktarmaktadır.

Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirgesi

İfade özgürlüğü kavramı, birçok yönüyle detaylı bir şekilde değerlendirmeye tabi tutulmuşsa da çocukların hak ve özgürlükleri söz konusu olduğunda yeterince ele alınmadığı göze çarpmaktadır. Bu konuda çok az veriye sahip olduğumuzu göz önüne alınca bu gerçeği daha şiddetli hissederiz. Bu eksiklikliğin eleştiri konusu yapılması ile birlikte BM bu konuda çalışmalara başlamıştır. BM Genel Kurulu Çocuk Hakları Bildirgesi’ni 20 Kasım 1959 yılında kabul ederek bu konuda önemli bir adım atmıştır. Ancak bu bildirgenin taraf ülkelerce kabul edilmesi kabul edilmesinden uzun zaman sonradır. Taraf ülkeler tarafından bağlayıcılık kazanması açısından Çocuk Hakları Sözleşmesi adı ile 1990 yılında yürürlüğe girmiştir. Türkiye’de sözleşmeye aynı yıl içerisinde imza atmış ancak 1994 yılında onaylanmıştır.

Çocuk Hakları Bildirgesi’nin hazırlanmasına zemin olan Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra çocukların korunmasına yönelik ortaya çıkan Cenevre Çocuk Hakları Bildirisi’dir. Ancak savaş sonrası ortam sadece çocukların korunmasına yönelik bir tavır içinde olduğu için düşünce ve ifade noktasını es geçmiştir. Bu yüzden çocukların ifade özgürlüğü hakkı ilk defa BM Çocuk Hakları Bildirgesi’nde açıklanmıştır diyebiliriz. Bu bildirgenin ifade özgürlüğünü kapsayan hükmü ise 13. Madde de düzenlenmiştir. Bu maddenin birinci kısmı ifade özgürlüğünün içerik ve kapsamından söz etmekte, ikinci kısmı ise bu özgürlüğün kullanılırken gözetilmesi gereken noktaları belirtmektedir.

Madde 13/1: Çocuk, düşüncesini özgürce açıklama hakkına sahiptir; bu hak, ülke sınırlarına bağlı olmaksızın; yazılı, sözlü, basılı, sanatsal biçimde veya çocuğun seçeceği başka bir araçla her türlü haber ve düşüncelerin araştırılması, elde edilmesi ve verilmesi özgürlüğünü içerir.

Madde 13/2: Bu hakkın kullanılması yalnızca:

– Başkalarının haklarına ve itibarına saygı

– Milli güvenliğin, kamu düzeninin, kamu sağlığı ve ahlakın korunması nedenleriyle ve kanun tarafından öngörülmek ve gerekli olmak kaydıyla yapılan sınırlamalara konu olabilir.

Bu sözleşmede çocukların kendi özel koşulları çerçevesinde fikirlerini oluşturup ifade etme hakkı verilmiştir. Bu doğrultuda bakıldığında söz konusu maddenin gerekçesinde belirtildiği gibi sözleşmeye taraf devletler, düşüncelerini oluşturma yetisine sahip çocuğun kendini ilgilendiren her konuda düşüncelerini serbest bir şekilde ifade etme hakkını bu çocuğun yaşı ve olgunluk seviyesine göre gereken özen gösterilmek şartıyla tanınır. Aynı zamanda bu Bildirge’nin söz konusu maddesinde de diğer bildirgeler ve sözleşmelerde olduğu gibi kısıtlamalar görülmektedir. Çocuk haklarına yönelik bu bildirgenin ifade özgürlüğünü açımlayan ve sınırlayan maddesi, diğer tüm uluslararası metinlerdeki ifade özgürlüğü düzenlemelerinde olduğu gibi kitle iletişim hukuku metinlerine temel alınacak niteliktedir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS), 1950’de imzalanmış önemli bir sözleşmedir. İfade özgürlüğüne ilişkin kısım sözleşmenin birinci bölümünde yer alıp bir madde ve iki fıkradan oluşmaktadır. Bu sözleşmenin birinci bölümü uluslararası kitle iletişim hukukuna da zemin oluşturmuştur. Söz konusu maddenin birinci fıkrasında korunması gereken özgürlükler tanımlanmıştır. İkinci fıkrada ise bir devletin ifade özgürlüğüne müdahale etmesinin hangi durumlarda meşru olabileceği anlatılmaktadır.

Madde 10:

  1. Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları gözetilmeksizin, kanaat özgürlüğünü ve haber ve görüş alma ve de verme özgürlüğünü de kapsar. Bu madde, Devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına engel değildir.
  2. Kullanılması görev ve sorumluluklar yükleyen bu özgürlükler, yasayla öngörülen ve demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilir.

Bu maddenin birinci fıkrasında ifade özgürlüğüne yönelik, söz konusu özgürlüğe ilişkin güvence altına alınan üç temel husus vardır.

Bunlar:

– Kanaat (fikir) sahibi olma özgürlüğü

– Bilgi ve kanaatlere ulaşma özgürlüğü

– Kanaatin ve bilginin açıklanması özgürlüğü

Avrupa Sınır Ötesi Televizyon Sözleşmesi

1980’lerden itibaren Avrupa ülkeleri başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde uydu yayınları hızla yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu gelişmelerin sonucu olarak Avrupa Sınırötesi Televizyon Sözleşmesi 1989 yılında kabul edilmiştir. Sözleşme, Türkiye tarafından 1992’de kabul görmüştür.

Bu sözleşme ile Avrupa Konseyi’ne üye devlerin yayıncılık faaliyetlerini; televizyon reklamları, haberleşme alanında cinsiyet eşitliği, radyo ve televizyon alanında uydu kapasitesinin kullanımı, Avrupa’daki görsel-işitsel yapımların gelişimini ve yayınlar hakkında gerekli düzenlemeler yapmayı amaçlamaktadır.

Sözleşmenin ifade özgürlüğü ile bağlantılı maddesi 4. maddedir. Bu madde doğal olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesine atıfta bulunur.

Madde 4 Yayın izleme ve Yeniden İletim Özgürlüğü:

Taraflar, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesi’nin 10. maddesine uygun olarak, ifade ve haber alma özgürlüğünü sağlayacak ve yayın izleme özgürlüğünü güvence altına alacak ve bu Sözleşme hükümlerine uygun bulunan program hizmetlerinin kendi toprakları üzerinde yeniden iletimini kısıtlamayacaktır.

Son olarak;

Bu sözleşme, beyanname ve yasalar dışında ifade özgürlüğü hakkını merkezine alan farklı metinler de bulunmaktadır. Ancak bu konuda, ulusal ve yerelden ziyade uluslararası ve evrensel olarak kaale alınan metinleri örnek alarak göstermeye çalıştık. Çünkü insan haklarının en temel haklarından biri olan ve iletişim hakkı içerisinde de önemli bir yere sahip olan ifade özgürlüğü kavramı bütün insanlığı ilgilendiren bir haktır. Bireyin vicdan hürriyeti ve ifade özgürlüğü hakkının toplumların gelişmesinde öncü bir role sahip olduğu gerçeğini her geçen gün daha yoğun hissettiğimizi söyleyebiliriz. Bu noktada medyanın da eleştirel yaklaşım temelli bir sorumluluk bilinciyle hareket ettiğinde kamuoyunu iktidar karşısında bir güce dönüştürdüğünü görebiliriz. Medyanın demokrasinin 4. gücü olarak ele alınması da bu niteliğinde yatar. Medyanın bu yaklaşımı sergilemesi ve bu niteliğine kavuşması için demokratik ortamların yaratılması ve ifade özgürlüğü için bir zemin oluşturulması gerekir. Bu ortam oluşturulduğunda birey, toplum ve özelde de medya asıl anlamına kavuşmuş olur diyebiliriz.

 

*İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü

 

 

Kaynakça:

Özer, Ömer (2006) “Medyaya yönelik kuramsal tanımlamalarla ilgili muhabirlerle yapılan saha araştırması” Selçuk İletişim, ss. 42-44.

[00:38, 15.12.2022] Dr: Akgül, Mehmet Emin (2012) “İfade özgürlüğünün tarihsel süreci ve milli güvenlik gerekçesiyle ifade özgürlüğünün kısıtlanması”, Dergipark, sayı: 61 ss. 3-9.

[00:42, 15.12.2022] Dr: Sena Arvas, İbrahim (2018) Kitle İletişim Hukuku, İstanbul Üniversitesi, ss. 38-44.

https://tr.wikipedia.org/wiki/ %C4%B0fade_%C3%B6zg%C3%BCrl%C3%BC%C4%9F%C3%BC#:~:text=%22H erkes%2C%20d%C3%BC%C5%9F%C3%BCnce%20ve%20kanaatlerini%20s%C3 %B6z,da%20vermek%20serbestli%C4%9Fini%20de%20kapsar.

 

English EN Kurdish (Kurmanji) KU Turkish TR