Skip to content

VARLIĞIN MEKÂNI/MEKÂNIN VARLIĞI: HAFIZA

 

KOÇALİ İPEK*

Hafıza, çıkış kaynağı olarak bir insanın yaşadığı ya da çeşitli yollardan öğrendiği bilgileri akılda tutabilme becerisi olarak literatüre geçmiştir. Hafıza, günümüzde daha farklı anlamlar yüklenerek günlük hayatımızda yerini almıştır. Çevremizdeki etkileşimler sonucu ortaya çıkan veriler, duyularımızla algılayıp beynimizde izler bırakarak kaydolmaktadırlar. Çevremizdeki etkileşimler sonucunda oluşan hafızaya baktığımızda, hafızanın en çok yaşanılan mekândan etkilendiği görülecektir. Bundan dolayı hafızayı mekândan ayrı ele almak doğru olmayacaktır. Mekân ve hafıza birbiriyle etkileşimde olan iki faktördür. Birbirinin devamı niteliğindedir. Hafızanın oluşumunda mekânın yeri ne kadar yadsınamaz ise hafıza mekânın oluşumunda da önemli bir yer kaplamaktadır.

 

Yaşam hızla akıp giderken, insanlar, günlük anlarda hızlı akışın içinde seyrederken, yaşanılan olay ve olguları da izler. Hafıza, önemli ayrıntıları kaydeder. Deneyimlerini hafızasında depolar. İnsan anılarını biriktirirken, üzerinden yıllar geçse de bir hatırlatma ile etkileşime geçerek hafızada depolanmış olan birbirinden bağımsız milyonlarca yaşanmışlıktan birini hatırlar. Bazen bir kuş sesinden çocukluğunu, bazen gök gürültüsünden evde yalnız kaldığı günü hatırlar. Deneyimlerimizin bilincimizin bir parçası olmasından dolayı imgesel, sözsel ya da bilişsel verilerimizin önemli kısımlarını kaydeder ve hafızamızı oluşturur.

 

Çoğu zaman olay ve olguları hatırlarken, bu hatırlamaları mekândan bağımsız yaptığımızı sanırız. Sadece olguya bakmak istesek de hafızamız mekândan bağımsız olay ve olguları, deneyimleri kaydetmez. Hafızamızı oluşturan bir eylem, zaman ve mekân bağlantısıyla oluşur. Bir diğer anlamda insanın çevresiyle gerçekleştirdiği bir ilişki üzerine şekillenir. Buradan da yola çıkarak belleğimiz bireysel yapı değil, kolektif bir ilişki üzerine şekillenmektedir. Hafıza, insanın doğayla, insanlarla, canlılarla kurduğu yapısal deneyimlerin birikimidir.

 

İnsan bedeni eylemlerini gerçekleştirmek için bir mekâna ihtiyaç duyar. Eylemlere odaklandığımızdan mekânı fark etmeyiz ama eylemi bize hatırlatan ise mekânlardır. Mekânlar ise içinde bulunulan, kültürel, ekonomik ve politik yansımaların bir toplamıdır, değişim alanlarıdır.

 

İnsan soyu var olduğundan beri insan-mekân ilişkilerini yaşamıştır. Fakat çok dikkat edilmeyen insan-mekân ya da hafıza-mekân ilişkisi yakın bir tarih diliminde ele alınıp incelenmeye başlamıştır. Düşünsel, coğrafi, kültürel, sosyolojik ve fiziksel şartlar, hem bireyleri, hem toplulukları hem de mekânları biçimlendiren temel unsurlardır. İnsan ilişkileri, sosyal ve fiziksel bir çevrede meydan gelmektedir. Bu ilişkiler de mekânsal algıyı oluşturur. Mehmet İnceoğlu, algılama sürecinin simgesel, görsel, duygusal ve seçilmeyici olmak üzere dört öğeden meydana geldiğini ve mekânı algılarken bu dört algılama süzgecini kullandığımızı söylemektedir. Yani hatırlamak, hafızanın eskiyi bulup çıkarması da semboller ve simgeler üzerinden algılama süreciyle kaydettiğimizi bulup çıkarır.

 

Hafıza ya da bellek dediğimiz kavramı siyasal yaşamdan, toplumsal olaylara, ekonomiden kültüre kadar hiçbir alandan bağımsız ele alamayız. Kişisel hafızamız, toplumsal bir hafıza ile birlikte şekillenmektedir. Çünkü yaşamımız mekân ve toplumdan ayrı değildir. Bu da kolektif bir bilinci yani toplumsal bir bilinci oluşturmaktadır. Kolektif bilinci tanımlayan Emile Durkheim; bir toplumu oluşturan üyelerin ortalamasında yaşayan inanç ve duyguların tümünü, kendine özgü yaşamı olan belli bir dizgisel bütünlük olarak tanımlamıştır. Bireylerin geçici olduğunu, toplumsal bilincin ise kalıcı olduğunu ve nesilden nesle aktarıldığını belirtir.

 

Toplumsal aktarım bizlerin tarihini oluşturmakta ve aidiyet kavramını ortaya çıkarmaktadır. Hafıza ve mekânlar, toplumsal aidiyeti de kapsar. Yaşadığımız evler, yürüdüğümüz sokaklar, toplandığımız meydanlar aslında bizlerin hafızalarıdır. Hem bireysel hem de toplumsal hafızayı oluşturmaktadır. Geçmiş birikimlerle bizler evlerimizi, kentlerimizi inşa ederiz. Bu evler ve kentlerimiz de geçmişin izlerini bugüne getiren mekânlardır. Kentler, günümüze kültürel ve sosyolojik aktarımları taşır. Ondan dolayıdır ki mekânlar bizlere geçmişi hatırlatmaktadır. Somutlaştırırsak, Sur olaylarında yıkılan sadece birkaç sokak ve yüzlerce ev değildi, aynı zamanda binlerce yıllık bir geçmiş, kültür ve düşünceydi.

 

Egemenler, yüz yıllar öncesinden bugüne bunu bildiğinden dolayı toplumsal hafızayı var eden belleğe, hafızaya, geçmişe saldırmakta ve yıkımla düşünceyi de yok etmek istemektedirler. Çünkü bellekleştirilen, geçmişi unutturulan halklar ya da kişiler daha çabuk asimile olmakta ve istenilen kişiliğe veya topluma dönüşmektedir.

 

Sur’da aylarca süren bir çatışmalı dönemin ardından, neredeyse tüm mahalleler yıkılarak harabeye çevrildi. Sonrasında ise kentin mimarisinden uzak, ucube yapılar yaratılarak yeniden inşa edildi. Sur’un eski sakinleri bölgeyi terk etmeye zorlandı. Yeni bir kent ve yeni bir mekân yaratıldı. Bu dönüşüm, yaşayan kuşak için acı verici bir olaydır. Fakat sonraki kuşaklar, Sur’un eski halini, geçmişini, kültürünü, yaşamını ve mimarisini bilmedikleri için bu dönüşüm, karşılarına yeni sur olarak çıkacaktır. Sonraki kuşaklar, istenilen ideolojik kalıplara sokulabilecektir. Hafıza ve mekânı yok edilmiş bireylerin, toplumların karşılaşacağı sonuçlar bunlardır. Eski Sur’daki dayanışma, komşuluk ilişkileri, sokaktaki çocukların yaşamları bir daha geri gelmeyecek ve unutularak kaybolacaktır. Mekânın yok edilmesi ile hafızanın yok edilmesi sağlanmış, yeni bir mekân tasarımı ile de yeni bir hafızanın oluşumu gerçekleştirirmiş olunmaktadır.

 

Aynı şekilde kayyım atamaları ile de Kürt siyasetinin izleri ve yerel yönetim pratiklerinin silinip ucubeleştirilmek istendiği açıktır. 1999 sonrasında yerel yönetimlerin kazanılması ile birlikte kentlerin sosyal dokularında ve mekânlarında gözle görülür değişimler oldu. Köy isimlerinin Kürtçe olarak tabelalara yazılması, çocukların anadillerinde kreşlerde eğitim görmeleri, belediye binalarında anadillerinde hizmet alabilmeleriyle toplumsal bir değişim ve dönüşümün imkânları sağlandı. Festival gibi çalışmalar, halkın sokaklara çıkabilmesini, sosyal yaşama daha fazla dâhil olmasını sağlamıştır. Fakat sonrasında atanan kayyımlar ile siyasal İslamcı bir kimlik ve kent yaratılmak istenmektedir. İdeolojik yaşamı dayatmaları, sokak ve cadde isimlerinin değişimi, Kürtçe tabelalara olan tahammülsüzlük, anadilde hizmet veren kreşlerin kapatılması, kent bilgisi olmayan kişilerin kurumların başına getirilmesi, kenti simgeleyen sembol ve imgelerin kaldırılması gibi uygulamalarla Sur’da gerçekleştirdikleri fiziksel yıkımı, diğer kentlerde hem fiziksel hem kültürel olarak kayyımlar eli ile yapmak istemektedirler.

 

Sonuç olarak hafıza ve mekân karşımıza iki ayrı kavram gibi çıksa da Sur ve kayyım uygulamaları aslında her iki kavramın birbirine bağlı olan ve yaşamı oluşturan kavramlar olduğu göstermiştir. Egemenlerin birbirinden ayrılmayan bu kavramlara yaklaşımı ideolojiktir.

 

*SANAT TARİHÇİSİ

English EN Kurdish (Kurmanji) KU Turkish TR